31 Ekim 2011 Pazartesi

Yazım Çizim Boşaltım Sistemleri

Eski yazar Genetrix vaktiyle çok çemkirmiş burada yazılanlar gerçek değil diye; kimseye anlatamamış, bir kula dinletememiş. İnsanlar okuduklarını günlük okurcasına gerçek belleyip, yaftalayıp yakıştırmışlar. Halbuki burası bir kaç küçük insanın kusma, sıçma, boşalma, attırma, işeme, tükürme merkeziymiş.

Şimdi bizler de aynı çabayı verelim mi diye düşündüm, gelen bir kaç tepkiden sonra ama; dedim ki, ne gerek var? Kim ne düşünürse düşünsün; onun için yazmıyoruz biz. Biz içimizi boşaltmaya yazıyoruz. Çünkü her türlü boşalmak iyidir. Boşalmak her anlamda güzeldir.

Evde ailene karşı boşalamazsın. Sevgilinle boşalamazsın. Arkadaşlarına karşı boşalamazsın. Şehre, memlekete, yaşayanına, saygısızına, hırsızına, arsızına, iyisine - kötüsüne boşalamazsın. İçinde patlar. Ne demiş hırtın teki; sustukların büyür içinde. Ya da sıçtıkların keyif dilinde. Onu ben attım. Bence oldu. Ben tatmin oldum. Gel de patronuna karşı boşalt içini? Ya da öğrentmenine?

Tüm anlamlarda bir şekilde boşalamadıkça, insan içini bşaltmadıkça delirir. Kadınların bu tip sendromları bile var: İSKS. İyi sikilmemiş kadın sendromu. PMS ya da. Reglin boşalmadı diye.Ama erkeklerde de var bu. Kadınlarda da var bu. Herkeste var. Bir şeyleri içe atmak iyiikten çok kötülük bünyemize. Aklımızın sıçışlarını bir yere kusmak rahatlatsın diye bizi yazıyoruz. Kafadan atıyoruz. Götümüzden sallıyoruz en güzel örnekleri.

Bu yüzden burada yazılanların gerçekliğine takılma. Genetrix aldı postlarını gitti. Küstü size. Sizin yüzünüzden. Şimdi meydan bize kaldı. Friedchicken ve Capricornette ile birlikte yazmaya devam ediyoruz. Gerçeklik kisvesine inat.

Yazın. Yazabiliyorsanız siz de, açın bi blog. Yok kimse okumasın diyorsanız var onun da ayarları, bir tek siz okursunuz. Ya da sadece ebem okusun diyorsanız o da olur; onu davet edersiniz bir tek o okur. Kusun ya. Biriktirmeyin içinizde. Yetmez mi rahatlama hissi bile sırf yazmaya çalışmak için? Boşalabileceğiniz başka bir opsiyon, mecra, aksiyon, okazyon, civilizasyon yoksa; buyrun gelin, siz de burada boşalın, zira her türlü boşalmak güzeldir.

aknemsi ..

Bu ara canım acıyor biraz...

Dışardan belli olmayan, yalnızca dokunduğumda acı veren aknelere benzer bir acı ..

Kimse ne biliyor, ne duyuyor ne de görebiliyor...

Her yeni gün, yeni bir yerlerde beliriyorlar...

Dokunduğumda onlara çok acıyori derin sızılar, beyninizde hissettiklerinizden ...

Sıksan sıkılıp atılmıyor, dokunmasam diyorum, geceleri uykuları bölerken ne mümkün ...

Ergenlik deyip geçebilsem keşke ...

Lanet olsun, çok acıyor!

28 Ekim 2011 Cuma

kroyum, çok param da yok ...

Modern çağın gerekliliği gibiymiş sanki, bir de anadan babadan ayrı başka şehirlere yelken açmış bir hatunsan, büyük kafalar, büyük ortamlar ne kadar kaçınılmaz bilemezsin. Bunun hatunun Ağrı'dan ya da Ankara'dan gelmiş olmasıyla hiç bir ilgisi yok üstelik. Her insan habitatından sıyrıldığında biraz sapıtmaya müsaittir niceliği ise iç dünyanın ne kadar açlık çektiğiyle ilgili tamamen ...

Kafa karıştırdığımı biliyorum ama demek istediğim özetle şu, tüm bu İstanbul'un parlak ışıkları altında bu hızlı yaşama gönül kaydırmamak çokta mümkün değil . Örneğin fırtına tadında üniversite yıllarını hangimiz yaşamadık ki.. Hayatın en rahat olduğu dönemdir hepimiz için, nerde akşam orda sabah, çantanda diş fırçan varsa gerisi kolay zaten. Ama şimdi şimdi (aslında yazı şimdi yazıldığı için şimdi yoksa bir süredir) anlıyorum, tükenen enerji ve duyguların rejenere olamadığını. Ne harcadık be arkadaş, şu an içimde kalan hiçbir şey yok diyebiliyorsam baya dolu dolu geçmiş gençlik çağları.

Olgunluk mu büyümek mi nedir, garip duygular sardı bu ara beni. Annemi haklı çıkarmak istemiyorum ''geçer kızım, gün gelecek bu fikirlerinde değişecek'' söyleminde haklı olamaz. Bir insan için ne kadar zordur değiştiğini kabullenmek bu olumlu yönde olsa bile. Çünkü birinin sana iyi anlamda ''çok değişmişsin'' demesi bile eskiden ne kadar kötü olduğunu sorgulatıyor insana. Şimdi lafı fazla da dağıtmadan konuya döneyim diyorum. Şimdi bu aralar farkettim ki bunu farketmek nedense hiç hoşuma gitmiyor; dışarıda bıraktığım cool hatun imajımın altında hala biraz kro biraz geleneksel biraz da ezik bir iç dünyam var benim. Mesela bunca yılın tecrübesi hala yeni bir adamda acaba hisleriyle mi yoksa penisiyle mi yaklaşıyor diye kolayca anlamama yeterli olmuyor. Ya da ben mütemadiyen güneş batımına şöyle bir kadeh rakı koyup fona da Kibariye koyup bundan ölümüne haz alabiliyorum. Ve güzel bir kadın gördüğümde uzuvlarını kendiminkiyle kıyaslamaktan alamıyorum kendimi mesela...

Uzuv demişken insanın ne istediğini bilmesi kadar güzel bir şey yok bu hayatta. Örneğin bir erkeğin tamamiyle seks istemesi ve bunu açıkça söylemesi ya da bir kadının. Ben bu ara bu tarz hikayeler çok duyuyorum da. Ben dürüstlükten yanayım, klişeciyim. Son dönemde farkettim adamı alıp karşıma tam bir Türk kızı gibi kardeşim ben seninle tabi ki birşeyler yaşarım ama bu benimle hayatının hangi kısmını paylaştığınla ilgili diyorum. Çokta tipik değilim aslında bunu ilk günlerden yapmıyorum, kalıplarıma sığan bir adam olup olmadığını tartıp biçtikten sonra mesela.

Ama kafa sikiyor olabilirim bu geleneksel tutumumla, bizimde hayattan öğrendiklerimiz var herhalde, gazoz ağacında yetişmedik. Biliyoruz erkek kısmısını neyin darladığını, hangi konuşmaların onların beyninde nerelere gittiğini. O yüzden mümkün mertebe kilit cümlelerden uzak durmaya çalışıyorum. E adamların beyin belli, ''simple is da best''. Fazla fonksiyon beklememek lazım zaten tüm ilişkileri bu beklentilerimize kurban vermedik mi?

Bu ara bir koca adam var eksenime dahil olmuş olan, sabahlara kadar konuşup bıdılayıp kafasını sikesim var. Yapamıyorum, kaçar gider biliyorum. Susuyorum, bakıyorum. Neden öyle bakıyorsun diyor. Gülümsüyorum, konuşursam gidersin, bakarsam kalırsın diyorum. Birşey mi söylemek istiyorsun diyor, söyle... Yok diyorum, birşey yok, sana senin için ne hissettiğimi söylesem korkar kaçarsın diyerek içimden ...

Koca adam, gel buraya!

27 Ekim 2011 Perşembe

Buralara kış geldi..

İstanbulun kışları çetin geçer,

Kimi insan büzüşüo, kimisi de düzüşüo..

İkiside doğal tepki, yadırgamıyoruz!!

Yuh be birader.

Bir şey yok; ağlamıyorum; sadece gözüme bir şey kaçtı.

Hakikaten lan.

Ne ağlayacağım?

Ahuahauhaa.

Mal.

26 Ekim 2011 Çarşamba

9 crimes

capricornette..kesinlikle sikmemesi gereken adamları itinayla siker. en iyi arkadaşının en iyi arkadaşlarını siker. çoğul evet; iki tane. sonra annesinin babasının yatağında, iş yerindeki arkadaşlarının arkadaşını, şimdi müşteri olmasına ve evli olmasına rağmen siker.

artık hiç bişe hissetmiyorum lan nasıl oluyo bu

24 Ekim 2011 Pazartesi

Benim annem hiç ölmedi

haklısın, benim annem hiç ölmedi
yokluğuna hiç uyanmadım annemin, sen ya da bir başkası gibi.
anlayamam da seni, tırnaklarımı geçirmedim duvarlara
kaderi kanatır gibi..
Benim annem ölmedi ya ben senden daha güçlüyümdür belki,
Belki gülümsemek için daha çok sebebim,uyumak için daha çok huzurum vardır.
Bir şeyleri dozunda bırakmak için nedenim, başarımı ispatlamak için birilerim ..

ben senden daha güçlüyümdür belki, belkide değilim kimbilir..
Bildiğim gerçekler vardır belki, belki seninde bildiğin kimbilir..
senden küçük çirkin ellerim var benim, ellerini sarabileceğim,
biraz huzur bulman için uyuyana kadar saçını okşayabileceğim
Ve sana gülümseyecek haklı nedenlerim var benim, belki birgün anlayıp belki hiç bilmeyeceğin..
Başarını başarım saymak için sabırsızlıkla beklediğim günler var birde.
Farkındalığım var dozunda bırakabilmen için, dozunda bırakmam gerekliliğinin..


Tüm bunlar bir tarafa bebek,
benim gerçekten umudum var, umrunda olmasını beklediğim ..

19 Ekim 2011 Çarşamba

cat person - dog person - catdog

kedi insanı erkekler ve köpek insanı kadınlarla dolmalı bu dünya.
erkek yanında bir kadın olmasa da kedi ile yaşayabilir.
kadın yanında bir erkek olursa köpeğe daha keyifle bakabilir.
Hayat çok acımasız. Biz de acımasız olmayı öğreniyoruz. Önce başkalarına, sonra kendimize acıma duygumuzu kaybedip mutsuzluklarımızı geri dönülemez kılıyoruz.
Anlık kararlar, düşünülmeden atılmış adımlar, pişmanlıklar, aşklar, sevgiler, zevkler hepsi de bizim için; bir itirazımız yok ama, neden hep en kötüyü seçmek zorundaymışçasına heyecan peşinde yanlış sonuçlara ulaşıyoruz?
Acı çekmenin tadından da vazgeçemiyoruz, mutluluğun tadından vazgeçebildiğimiz kadar kolay...
Yarım aklıma sıçayım ben.
Kalbim kanıyor.

12 Ekim 2011 Çarşamba

ALDAT - ıl - MAK

Alka Seltzer kafasıyla yazıyorum bu satırları. Düşünmekten bir hal oldum günlerdir; o ilk hatayı nerede yaptık? Nerede gördüm o ilk ışığı kendimde?
Bir erkeği ilk aldatma kafasını nerede ve nasıl yaşadık?

Benim tarih öncesi zamandan beri sevgililerim olur. Olmuştur. Hep olacaktır. Kendimi bildim bileli sevgilim var diyemem; kendini bilmezin tekiyim zira; ama hep sevgililerim olur. Kendimi bilmeyi bekleseydim, çoktan kırklarında eve kedi köpek it enik ne varsa doldurmuş bakire kız kurularından olurdum.

Aile haricinde bir canlıyla iletişime girdiğim o ilk günden beri aşka yabış yabış yaşarım. İlkokuldan beridir de erkek arkadaş mefhumuna vakıfım. Ancak, tüm imkan ve şeraitlerde dahi, aldatıldım.

Aldatmanın ne olduğunu, nasıl bir hissiyat olduğunu filan o zamanlar, o mini mini bebe yaşlarda öğrendim. Aldatıldıkça acı çektim. Sahiplenmenin ve sahiplenilmenin yalanlığı ve karşı tarafın yılanlığı gözümde devleşti ve kendimi toplamakta çok büyük güçlük çektim. "Canım dedim canın çıksın dediler" gibi de değil. "Seni seviyorum ama"lar ; "Sensiz yaşayamam ama"lar; "Ama beni bırakma"lar; "Tamam söz yabmıcam bidaaa!"lar.... duyup duyup inanıp, yeniden oynayıp, yine yenildim, yine kırıldı kenarı yapıştırdığım kalbimin. Her seferinde aynı yerden kırıldı, artık yapıştırıcı filan da tutmaz oldu. Ben de uğraşmadım daha fazla; kırık bıraktım orasını.

Aldatılmanın bana yaşattığı tarifi imkansız kalp krizlerini atlatamadığımı anladığımda henüz çok erkendi. İntikam, merak, acı dindirme umudu gibi acınası sebeplerimle "ben de yapıcam ulan!" nidalarıyla çıktım sokağa. Aldattım. Rahatladım mı? Kısmen. Çok dürüstüm şu an. Cidden rahatlama hissettim. Harbi rahatladım lan. Garip bi rahatlama, ilginç bi huzur çöktü ruhuma.

Bu rahatlamayı intiğin am peşindesi izledi ve söyledim. Aldım karşıma söyledim. Yok lan, karşıma filan almadım; direk telefonda söyledim. Ne alıcam karşıma.
Bir de derler ki "beni karşına alıp soyleyemedin mi?" "O kadarına bile mi değmezdik?"
Güzel abicim, aldatmışım lan seni ben. Niye karşıma alıp da konuşmaya değer olasın? Olaydın aldatmazdık. Aldatmasaydın, aldatmazdım. Söyleyip, ayrılmazdım.

Kontratak aldatmanın verdiği garip hazzı ve aldatılmış olmanın acısını ne kadar azalttıgı ve ayrılıgı ne kadar kolaylastırdıgını gorunce bunu beni her aldatan sevgilime - ki bu her sevgilim olur - uyguladım.

Sonra bu yerleşti. Hayatta olmazsa olmazım oldu. Bana yapmayanı da - ya da şöyle diyelim daha doğru olur - yaptıgını yapmadıgını bilmedigimi de aldatır oldum. İstisnasız her erkek arkadaşımı aldattım ben.

Hala da aldatıyorum.

Bir ömür de aldatacağım.

Uğurlarında ölüp ölüp dirildiğimi, aşkımdan Leyla - Aslı ya da Şirin'den herhangi bir farkımın kalmadığını sanan canım sevgililerim herhangi bir gününde ilişkimizin akşam evlerinde rahat, mutlu, huzurlu uyurlarken ben bir başkasının koynunda olacağım. Merak etmesinler, müsterih olsunlar. Ya orada uyumam, ya boşalamam, ya sabah işe geç kalırım, ya bir bokluk kesin olur, bir cenabet iş işte benimkisi. İşin garibi artık pişmanlık veya vicdan da devreye girmiyor. Bunlar default özelliklerden kaldırılabiliyormuş, bunu öğrendim. Çok da güzel oldu.

ACI AŞKIN PEZEVENGİDİR

Çünkü aşk alınır ve aşk satılır,

Nerden mi biliyorum?

...


Çünkü aşk aldım, aşk sattım ...

Ucuza gittim, ucuza kapattım ...

Bazen peşin, bazen vadeli ...


Zaten derdimizde aynı değil mi,

Mesela, aşkla sevişmek benimki ...

11 Ekim 2011 Salı

Dün ve Gün ve Ondan Öncekiler

Açtım dün; tüm geçmişimize baktım. O vakit yoktan varedip; şimdi yoksaydığımız uzun ve serin kışlara, kısa ve yangın yeri yazlara baktım.

19. doğumgünümde bana hediye ettiğin sarı sayfalı, kalın kapaklı, bordo ciltli, rustik - antik kılıklı günlüğü aldım elime. 1977 den beri ilk defa. Senden bana kalan tek şey belki de o günlük. Ve öylesine masum anlattı ki bizi bana, içim bile acımadı ilk defa.

Doğumgünüm 1974'te hediye ettiğin o defteri açtığımda defteri güzel anılar ile doldurmam dilegini ilk sayfaya yazmışsın. Ben de geri kalan 30 - 40 sayfaya yazmış, koskoca defteri boş bırakmışım. Yazmayı bıraktığım dönem senin sürgününün bir kaç hafta sonrasına denk geliyor. Yazmayı yaklaşık 10 ay sürdürmüşüm...

Heyecanla başlıyor günlük. Gerek doğumgünü heyecanı, gerek yaş ilk 19, gerek sen ve gerekse birlikte oluşumuz. O seneydi seni zorla ellerimden almış ve sürgüne ötelere göndermişlerdi. Yerle yeksan olmuştu kendi memleketim, kendi evim, kendi bedenim.

Sırf o günlük bile ilişkimizin ne menem bir hastalık olduğunu anlatmaya yetiyor aslında. Gözümde seni nasıl da büyüttüğümü; nasıl seni bambaşka bir yere koyduğumu sorgulamadan.

Senin el yazınla başlıyor.
"Bu sayfaları güzel anılarla doldurman dileğiyle..."
Sonraları benim elimden çıkan inişli çıkışlı, gözyaşı ve kahkaha kokan satırlar var. Yaşananlar var. Sen kokanlar buram buram.

İlk 9 ay yogun yazılmış; anılar, mutluluklar, minik çekişmeler anlatılmış; sonra kesilmiş, sen gittiğin zaman, gönderildiğin zaman yazılar kesilmiş bir 10 gün kadar, sonra dönüp, "kendimi bilemez bir acıdayım, çok özledim, lanet olsun." demişim dünyaya. Heyecanla başlayan bir genç kızın günlüğü, acıyla kıvranan bir ibret romanına dönüşmüş. Kahkahalar yerini haykırışlara bırakmış.
Sonra 3 ay sonra almışım elime. 1974'ün Aralık ayında. "Çok zaman oldu yazamadım, ama artık onu hissedemiyorum; aklıma mukayyet!" demişim yakarırcasına. 
Sonra 1977'nin sonbaharında. "3 yıl geçip gitti, neler yaşadık bir bilsen, sayfaların yetmez..." diye hitap etmişim günlüğe yalnızlığımı açık edercesine.
Ve dün akşam aldım elime o defteri. 4 sene sonra ilk defa. Ama yazmadım dün gece hiç. Tek satır yazmadım. Baktım uzun uzun nasıl da saklamışım gittiğimiz her filmin biletini, elinden çıkan en ufak bir karalamanın bile olduğu en küçük kağıt parçasını, çiğnediğin çikletin bile kağıdını... Dilekolay; bir ömrün bir çeyreği yatıyordu o eski yüzlü sarı kağıtların arasında.

Çocuk yüzlerimizin siyah beyaz fotografları çıktı arasından. Umutlu ve tutkulu. Yarım akıllı.

En son yüzünü 79 sonbaharında gördüm. Konuşmadık bile. En son sesini de o aralar duydum; alkollü kafayla aramış, şarkılar dinletmiş, iki kelam etmiştin benimle. "Yapma." demiştim.

Bir de dün akşam resimlerine baktım.

Gençliğim dedim. Pişmanlığım. Çocukluğum. Çocuğum.

Sana elveda dedim. Kendim istedim.
Arkasında durabildiğim tek gerçek bu.





7 Ekim 2011 Cuma

Kelin merhemi olsa...

Kendi çüküne sürermiş.
Erkek bu.
Ske sürücek kadar aklı olmayan mahlukat.
Her boka skini sürtecek kadar da hormon oriented yaşam formu.

5 Ekim 2011 Çarşamba

S.A.Ç.M.A.L.I.K.

Ayrılınca insanlar neden düşman olurlar?
Birbirlerini iki gün önce deliler gibi seven iki insan; ayrılık konuşmasına müteakip nefret dolar.
O nefret sınırı gittikçe aşar.
Bir bakmışsın uğrunda öleceğin adamı öldüresin geliyor, hınçla doluyorsun.
Ne saçma lan.